“Ölmeye Yatan Nehir” koymuştu adını, Menderes üzerine sayısız makalelerini topladığı basılması nasip olmayan kitabının. Keşkeleri olmayan, olduğu gibi yaşayıp, yaşadığı gibi olan birisinin huzur içinde gittiğini düşünsem de, işte O basılamayan kitap yok mu, eğer gözleri açık kaldı ise bu yüzdendir diyeyim ben size. “Ölmeye yatmak” deyimine takıldım kaldım, ordan öteye gidemiyorum, ama şöyle bir geriye doğru gidebilirim;
DRT TV’nin ortaya çıktığı zamanlar, sağlık programlarına konuk olarak davet edildiğim için gittiğimde, genel yayın yönetmeni Celal Kazdağlı’nın da bi çayını içiyordum. Genellikle odasında bulunan ve seslendirme sanatçılarını andırır bir sesle konuşan karizmatik kişinin Yaşar Tok olduğunu zamanla öğreniyorum. Zamanla diyorum çünkü kendisinin de daha sonra söylediği gibi snop bir eda ile benim muhafazakar kimliğime pek prim vermiyordu.
Beni ona, ondaki sanata ve sanatçıya karşı olan sevgi, saygı ve birikim itti. Onu bana ne itti şimdi hatırlamıyorum ama biz görüşür olduk. Sanat ve sanatçı dedim ya, daha o zamanlar ne üniversitenin koloni denemesi, ne de Kömürcüoğlu Heykel Kolonisi yok iken biz onunla “Çal’da Çallı Anısına Resim Kolonisi” yapma planları yapıyorduk. Baktık ki yerel bizim ne demek ve ne yapmak istediğimizi pek anlamıyor, yerinde bir panel yapalım dedik. Şimdiki Çal Meslek Yüksek Okulunun orda yaptığımız panel çok güzel oldu, heyecan yarattı ama arkası gelmedi.
Yaşar her şehre nasip olmayacak bir birikim olan Kent-Sanat dergisini ve Laodikya Stone dergisini çıkarıyordu, benim de arasıra bu dergilere yazı verdiğim oluyordu.
Benim üzerimdeki asıl hakkı yazmam üzerinedir. Etrafımda köşe yazısı yazmamı isteyenler vardı. Hiç düşünmeden reddettiğim bu konuyu o söyleyince bi düşündüm. Söyleyenin araştırma, bilgi, belge, fikir taşıyan yazılarını gözümün önüne getirince, yazmayı bilen birinin yaz demesinde bir takdir gördüm ve başladım haftalık yazmaya.
Efkarın müsademesinden hakikatin doğacağı düşüncesi ile yazılarımda, çeşitli yazarların köşe yazılarına eleştiri getiren yazılarım oldu. Bu yazılarım genellikle alınganlık ile karşılanırken, Yaşar’ın olgunlukla karşılamasını unutamam ve unutulsun da istemem. Kalemi sivri idi, bu sivriliğin bir maliyeti olacağını bilmesine rağmen sivri tutmaya devam etti. Nesine güveniyordu derseniz, onunkisi itibardan kaybetmek ile ekmeğini kaybetmek arasında tercihini, ekmeğini kaybetmekten yana kullanması idi. Kim kimin itibarıyla ilgili ki demeyin, dışarıdan nasıl göründüğüyle değil, kendi kendine nasıl baktığıyla ilgili idi. İki lokmadan fazlasına ihtiyaç duymadığı için olduğu gibi yaşadı, yaşadığı gibi de oldu.
DRT’de birlikte televizyon programı yaptık. Tarihin Peşinde başlığı ile, Denizli’de ki 11 antik kenti dolaştık, çekimler yapıldı, yerinde ve stüdyoda değerlendirmeler yaptık. Bu belgesel TRT’nin yerel belgesel kategorisinde ikincilik ödülü aldı. Gelelim hastalığına;
Kan tükürdüğü için bir akciğer BT’si çektik. Kanama için net bir odak göremedik ama bu vesileyle kalpten çıkan ana atardamarın genişlediğini gördük. Yılda bir BT ile takip ediyorduk. Bir gün kısık bir sesle beni aradı;
“Hocam galiba ben kalp krizi geçiriyorum, bi gelsen” dedi. Sen dedim hemen 112’yi arıyorsun, üniversiteye götürmelerini söylüyorsun, ben üniversiteye geçiyorum dedim. Ben ondan önce vardım, bilinç hafif bulanıktı ve tek şikayeti karın ağrısı idi. Karın ağrısının şeklini sorgulayan asistan doktora “bu aort anevrizması rüptürü, sen öyle ilerle” dedim. Tomografi ile bu ön tanı teyitlendi ve ameliyata alındı. Şuracıkta Prof Vefa Özcan’a teşekkür edeyim ki, mucizevi bir ameliyat ile Yaşar’ı hayata döndürdü. Mucizevi diyorum çünkü aynı hastalıktan, aynı koşullarda Dr Murat Alten’i ve Dr Tuncer Süzer’i kaybetmiştik.
Damarın göğüs kafesi içindeki kısmı tamir edilmişti ancak karın bölgesinde sorun devam ediyordu. Uygun koşullarda onu da tamir ettirmek üzere ameliyat masasına yatıldı ancak kalkılamadı.
İki ameliyat arasında birçok kitabın redaksiyonu, hazırlanması, basılmasında emeği oldu. Büyük Menderes’e dair nerede bir toplantı olsa biz onunla orada idik. Sadece Menderes mi her türlü çevre tahribatına duyarlı idi. Avdan’a kamuoyu açıklamasına gidelim dediğinde hiç tereddütsüz yola dökülmüştüm. Benim gibi bir kalkınmacının ucundan kıyısından çevreci olmasına sebep oldu. Üç ay önce, Menderese kaynaklarında kelepçeler vuran göletleri tek tek birlikte gezmiş, kayıt altına almıştık. Çok yorma kendini dediğimde dinlememiş, bir kare fotoğraf için arazide soluk soluğa yürümüştü.
Son hizmeti başkanı olduğum Türk KBB-BBC Derneği kaynak kitabına ve köyüm Akkent’in kuruluşunu anlatan İbrahim İmamoğlu-Bülent Topuz kitabına oldu. Basılamayan kitabına Menderese dair bir önsöz yazmaktan sebep, kitap için sanayici bir sponsor ile görüşebileceğimi söylediğimde, sanayici etik olmaz diye kabul etmedi. Bu kitabın basılması görevi artık bize kaldı.
Son zamanlarda Yılmaz Kahraman abimizin sanat atölyesinde haftada bir toplanır, kent, sanat, insan, toplum, tarih üzerine sohbet ederdik. Son gündem Pamukkale’nin göbeğine kondurulacak olan dijital müze idi. Bi keresinde hayatta hiçbir şeyde gözü olmadığını, sadece bir akademisyen olabilmeyi hayal ettiğini söylemişti. Nitekim bilgi ve belgesiz yazı yazmadığı için yazıları ve ekleri, ilgililerin ve kurumların dayanağı olurdu.
Muhafazakar kimliğime mesafeli durduğunu söylemiştim yazımın girişinde. Bu yaklaşım zamanla değişti, hem dili ile hem tavrı ile beni farklı bir yere konumlandırırken, aslında kendi dünyasının ötekisine empati duygusu geliştirmiş oluyordu. Muhafazakar ya da devrimci insanın ortak paydası sadece ve sadece dürüstlük ve samimiyet olduğunu bir kere daha yaşayarak görmüştük.
İzmir Doğançay mezarlık mescidinde kıldığımız cenaze namazından sonra helallik isteyen hocanın, Kul hakkından bahisle “doğru ve dürüst bir insan olduğuna şahitlik eder misiniz” ifadesine oradaki hazurun olarak içimizden gelen bir evet derken, ben bu ifadenin güzelliğine takıldım kaldım.
İnançlı biri değildi. Dostları ışıklar içinde uyumasını temenni edeceklerdir. Onun yaşadığı dürüst hayatı gözümün önüne getirince Allah rahmet eylesin demenin, O’nu değilse bile beni rahatlatacağını düşünüyorum…